top of page

Her Erkeğe Gerekli Bir Kitap: EV ERKEĞİ

Dolaşımdaki dilde içeriği boşaltılan ve zamanla bozunuma uğratılarak başka anlamlara dönüştürülen yozlaştırılmış yığınla sözcük ve kavram vardır. Bunlardan biri de “hayat kadını”dır. Yıllar önce bu konuda, bu güzelim kavramın tersyüz edilmesi üzerine yazmıştım. Eleştiriye Doğru adlı kitabıma da aldığım bu kısacık denemenin yazılışından yıllar sonra Murat Belge’nin de yakınlarda Radikal Gazetesi’ndeki köşesinde bu bağlamda yeniden yazmış olması sevindiriciydi. Böyle tersine çevrilmiş kavramlar epeycedir. Örneğin tıpkı buna benzer biçimde “sokak kadını” denilir de “sokak erkeği” kullanılmaz pek. Füsun Erbulak’ın yazdığı bir romanın adıdır yalnızca. Tıpkı erkekler için “hayat adamı” sözlerinin olumlama içerip, “hayat kadını”nın ise olumsuzlama içermesi gibi.


André Breton’un Nadja’sında geçen nesnel rastlantının tam olarak neyi anlattığı şu anda çok net olarak aklımda yok. Ancak gazete kitap eklerinde tanıtım duyurusunu görünce hemen sipariş vererek edindiğim ve hızla okuduğum başka bir kitap böylesi bir düşün gerçekleşmesi gibi oldu. Yazmayı düşündüğüm bir kitabı, adını sanını duymadığım Amerikalı bir yazar yazmış bile! Artık bunu yazmam gerekmiyor olabilir ama en azından bu kitap için birkaç satır yazmalıyım diye düşündüm.


Romana değinmeden önce bu deneyim ışığında birkaç söz söylemeden edemeyeceğim. Gençlik yıllarımda uzun sayılabilecek bir süre, sekiz yıl kadar, gece çalışmış bir kişi olarak, gündüz evde kalınca, çocuk bakımının yanı sıra, zamanla yemek yapmayı da öğrendim. O dönemin koşullarına uygun olarak kendime bunun “sosyalist” bir davranış olduğunu telkin ederken, bunun giderek erkek-egemen bir bakışı dışlaştırdığını da gözlemlemiş oldum. Doğrusu ilginç bir deneyimdi, Türkiye gibi bir ülkede, üstelik ‘gecekondu’ denebilecek (şimdilerde Ankara’nın çok ‘lüks’ semtlerinden biri) bir mahallede bakkal-manav-kasap üçgeni dışında, kız çocuğu olan bir baba olarak, “ev erkekliğim” çok ender çağrıldığım bir-iki ev gezmesi dışında, daha çok böyle semtlerde sokakta, kapı önlerinde oturan ve çoğunlukla torun bakan belli bir yaşın üstündeki kadınlarla bahçe içinde ‘ikindi çayı’ içmelerin ötesine gitmedi. Boş arsalarda yeni evli, çocuksuz kadınlar ya da genç kızlarla top oynamalar da cabası. Bugün bile o “komşu kadınlar”ı giderek tutuculaşan toplumsal dönüşüme bakarak sevgiyle anıyorum. Sanki her şey giderek gerileşiyor!


Çocuklar tam gün eğitim-öğretim yapan bir okula başlayıp da ben de herkes gibi saat dokuzdan beşe çalıştığımda (bu çok iç sıkıcı bir çalışma düzenidir ayrıca) bile uykum ve “biyolojik saatim” bir daha hiç ‘denge’ye girmedi. Şimdi çalışmadığım için bu “gececi” (yarasa tipi) yaşama biçimi hayatımı kısıtlamıyor artık. O yıllardan bana kalan tek şey belki de zorunlu olarak başladığım “züğürt” tipi gurme özentisi ve yemek seçiciliğidir. O yüzden “denizden ne çıksa” yemiyorum! O çalışma düzenimi bilen birkaç erkek arkadaşın “takılmaları”nı geçiştirirken, önceleri “her devrimcinin yaşaması gereken bir deneyim” olarak imlediğim bu durumu, zamanla alaysı bir biçimde “ev erkeği” dönemi olarak değiştirdim. Çeyrek yüzyıl önce daha küçümseme erekli “light” gibi uyduruk kavramlaştırmalar bu kadar yaygın değildi. Doğrusu gizli bir emeğin göz ardı edildiği “ev kadını” nitelemesi, en azından görülmeyi hak ediyor. Bu yüzden olsa gerek, Lenin’in kadının özgürleşmesini “ev içi köleliği”nden kurtuluşuna bağlı olarak görmesi bana sosyalist “ütopya”nın (ben buna nicedir olası bir gerçekleşebilirlik diyorum) en önemli parçası olarak görünmüştür.

Şimdi birebir yaşanmışlık koşutluğunda çok severek okuduğum bu kitaba değinmenin sırasıdır. Ad Hudler’ın Ev Erkeği adlı romanının alt başlığı ironik bir özellik taşıyor: Her Kadına Lâzım.* Romanda bilinen ve alışıldık yaşam biçimi tersine çevrilmiş. Yazarın da böyle bir yaşam deneyimi olduğu ve bunun bir yaşanmışlık taşıdığı belirtiliyor. Hiç kuşkusuz bir ilk romanın çoğu kez olduğu gibi özyaşamöyküsel bir ıra taşıması doğaldır.

Bin yıllardır ev dışı yaşamda rol üstlenmiş erkeklerin, özellikle İngiltere başta olmak üzere bazı gelişmiş Batı Avrupa ülkelerinde nicedir, “kariyer” yapmış ve iyi işlerde çalışan kadınların “güçlenmesi” sonucunda ev-içi bir yaşama düştükleri biliniyor. Aslında kadının ekonomik anlamda özgürleşmesi ve erkekten daha fazla ücret alması bağlamında bu durum kaçınılmaz bir gelişmedir. Bu, aslında romanın anlatıcısı ve başkişisi ev erkeği Lincoln Menner’ın söz konusu rol değişimini yaşarken, tarihsel bir gerçeklik olan “ev kadını” olgusu çerçevesinde bir bilinç dönüşümüne uğramasının yanı sıra, kişisel bir “keşfe” çıkmış olmasının da öyküsüdür. Evet, konu ciddi ama anlatım ve dil bayağı alaysamalı, zaman zaman da “erkeksi” bir biçim kazanıyor.


Lincoln Menner, çok becerikli ve son derecede titiz bir (ev) erkeğidir. Gerçekten kitabın ilk bölümünün ardından ciddi ve hoş bir sürprizle karşılaşıyor okur: Yemek tarifi (s. 13) Ama şaka değil bu, bol malzemeli ve ayrıntılı yemek pişirme yöntemleri. Bu “tarifler”den değişik sayfalarda, bölüm sonlarında romandan bağımsız olarak tam dokuz tane var. Dileyen erkek ve kadınlar deneyebilirler sanırım. İlginç ve “leziz” yemekler çıkabilir. O kadar malzemeyi bulabilsem denerdim! Yoksuldan “gurme” olmayacağını biliyorum nicedir. Ayranı yok içmeye atla gider... gibi bir şey bu durum ne yazık ki.


Bu “derde düşmeden önce”, Lincoln Menner, aslında “ünlülerin bahçe mimarı”dır. Çok da iyi bir işi varken, karısının daha önemli bir işe başlaması ve taşınma sonucu küçük kızına bakmak üzere işini bırakmıştır. Karısı Jo, “mutfaktan nefret ede”n (s. 25) bir kadındır. Bay Menner, karısına: “Ben ev kadını değilim” (s. 27) dese de, zorunluluk-özgürlük ilişkisi içinde yine de “ev erkeği” olmayı sürdürür ve şöyle der: “Evim bir tür eşim oldu.” (s. 31) Ev kadınlarında şunu gözlemler; “...hepsinin saçları ensede üçgen biçiminde kesilmiş üniversite mezunu ev hanımlarının oluşturduğu bir alt kültür var.” (s. 35)


Karısı günde on beş-on altı saat çalışan bir hastane yöneticisidir. Ev erkeği Linc, evde kaldığı sürece kişisel temizliğine önem vermemeye başlar. İlginçtir, karısının evde olmadığı günlerde kendine dışarıdan yemek ısmarlar! Bu arada “ideal” bir çocuk yetiştirme çabası dikkati çeker. Çocuğunu özellikle televizyonun kötü programlarından korumaya çalışır. Televizyon dışında örneğin Barbie bebeklerinin de gerçek dışı bir “güzellik modeli” sunduğunu düşünür. Çocuk bakıcılarının/dadıların olumsuz etkileri de es geçilmemiştir.


Kızını yetiştirme konusunda kaygıları vardır. Onu baskıladığını ve korumacı olduğunu düşünmeden edemez. “Bazen onu çok ciddi yetiştiriyorum, başarı, başarısızlık ve bir işi tamamlama bilincini ona fazla aşılıyorum diye kaygılanıyorum.” der (s. 155). Doğrusu, benzer kaygıları “sorumlu insan yetiştirmeli” bilincine karşın ben de taşımıştım! Belki de çocuklar büyüdüklerinde, bu kadar sorumluluğun yaşadıkları toplumsal ilişkiler ağında gerçekçi olmadığını düşünerek anlamsız bulmuşlardır. Bunun onlarda bir düş kırklığına yol açması da olasıdır. Çünkü gerçek yaşam varsayılan “dürüstlüğü” taşımıyor! Ne yazık ki...

Bunlara karşın; “kafasız, salak bir ev kadını” (s. 56) olmadığını düşünmesi elbette tepkiseldir, bu nedenle olsa gerek, kendisini; “yarı erkek, yarı kadın sayılan” (s. 57) bir azınlıktan sayar. Öte yandan; “kadın sevgisinin hiç de kadına özgü bir şey olmadığı”nı (s. 63) da öğrenmiştir. Akıllı bir adam olduğu, ev kadınları için bir sıkıntıya dönüşen yemeği bir “keyfe” dönüştürmesinden de anlaşılıyor. Kadınların ona: “Sen bizdensin” demelerine karşın önceleri içlerine almamaları, hatta garipsemeleri ilginç bir kadın bakış açısını sergiler.


En yakın arkadaşı ve komşusu, kendisinde gözü de olan ve sabahla birlikte şarap içmeye başlayan sorunlu bir kadın olan iki çocuklu Marilyn’dir. Ancak Lincoln Menner, kadının tutumu karşısında hiç oralı olmaz, bilmezlikten gelir ve son kerte “mazbut” bir erkek olarak görünür. Bunda sonuna kadar da kararlıdır. “Ev kadınları(nın) günlerini boşluk doldurmakla geçir”melerine (s. 72) tanık olur. Aynı biçimde: “Erkeklerin bir evin işleyişindeki ayrıntıları kaçırmalarının nedeni, bunlarla ilgilenmek istemeyişleridir.” (s. 158) diye düşünür. Erkek “muhabbeti” sevmediği gibi, ev-içi emeği bağlamında şunu da vurgular: “Eğer ev kadınları olmasa dünya(nın) daha az uygar, daha çirkin bir yer durumuna gelece”ktir. (s. 214) Yine bir süreliğine evini ve kocasını terk eden, çok ilginç bir tip olan annesinin şu sözleri son derce sağlıklıdır: “Karşı cinsten birini arkadaş olarak sevmek de mümkündür.” (s. 228) Zaten o da buna inanmakta ve ona göre de yaşamaktadır.


Belediyede iş bulmasına karşın, “yeni bir ev düzeni” için, bir ara şöyle düşünmeden de edemez: “...Violet’in ve Jo’nun (kızı ve karısı/KG) yaşamlarının bu döneminde benim için en iyi yerin Pittsford belediye binası değil, evim olduğuna karar vermiştim.” ( s. 245) Galiba yeniden “ev erkeği” olmayı istemektedir. Roman bu duygularla sona erer.

Çeviride kullanılan dil başarılı ve rahat okunuyor. Bu açıdan çevirmen Ülkem Gürpınar Çorapçı’nın emeği görülmeli. Bir tek sözcüğe takıldım: İnternete girmekle karıştırıldığını düşündüğüm bilgisayara girmek deyişini yadırgadım (s. 230) Üç de dizgi yanlışı olmasaydı daha güzel olacaktı.


Müthiş bir yaşamsal deneyimi başarılı bir biçimde anlatan Ad Hudler’in Ev Erkeği adlı romanının ikinci adı imlendiği gibi Her Kadına Lâzım olabilir ama bu kitap, nankör bir biçimde görmezlikten gelinen ev içi emeğinin değerinin anlaşılabilmesi için, bence daha çok her erkeğin okuması gereken bir kitaptır. Erkek-egemen söyleme karşı duran içeriğiyle hoş bir roman olduğunu belirtmeli. Kadınlık ve erkeklik durumları üzerine ilginç bir deneme. Bu nedenle bence kadınlardan çok, özellikle eşleri ev kadını olarak “çalışan” erkeklerin okumasında yarar vardır.


Ev Erkeği, çok ciddiye alınabilecek ya da abartılacak “yazınsal” bir metin olmayabilir. Hatta söz konusu sorunsalın çevresinde dönerek olguyu geçiştirdiği de söylenebilir. Belki çok kişisel bir gerekçeyledir, emin değilim ama ben sevdim. En azından böyle bir “roman” yazma nedenimi şimdilik ortadan kaldırdığı için.

Kemal GÜNDÜZALP

*Ad Hudler, Ev Erkeği/Her Kadına Lâzım, İngilizce aslından çeviren: Ülkem Gürpınar Çorapçı, 250 s. Can Yayınları, İstanbul, 2005

24 görüntüleme0 yorum

Comentarios


bottom of page